Blog Listem

26 Aralık 2014 Cuma

RENKSİZ TSUKURU TAZAKİ'NİN HAC YILLARI ve MURAKAMİ HAKKINDA

Bu  günlerde böyleyim.
Elimde yeşil çayım, ya da duruma göre kış çayım ve elimde kitabım. Kimi zaman dışarıda yağmur ve çoğu zaman da bulutlu hava eşlik ediyor bana.

Murakami tüm dünyada çok sevilen bir yazar. Benim kitapları ile  tanışmam İmkansızın Şarkısı ile başladı. İtiraf edeyim kitabı çok beğenmedim. Oysa bir dönem kitabıydı yarım bırakmadım, okudum bitirdim ve İmkansızın Şarkısı sayesinde başka bir yazar ve romanla tanıştım. Muhteşem Gatsby. Ardından Sahilde Kafka ve Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında romanları geldi. Bu iki roman bana Murakami'yi sevdiren romanlar oldu. 
1Q84 Kalınlığından okumaya korktuğum romanlarından biri oldu . Rahmetli babam romanı elimde görünce dehşete düştüğünü hatırlıyorum .

Derken bir gün, Murakami kitaplarını okurken sadece roman okumadığımı fark ettim. 
Yazar ciddi bir klasik müzik tutkunu ve bunu her romanında görmek mümkün. Yazarın klasik müzik paylaşımlarından da beslenmeye başladığımı fark ettim. Yeni romanı RENKSİZ TSUKURU TAZAKİ'NİN HAC YILLARI da bu yönden çok doyurucu bir roman oldu benim için.

Roman bir grup arkadaşın hikayesini anlatıyor. Tesadüf budur ki arkadaşlardan dört tanesinin soyadı Japonca da ak, kara, kırmızı gibi renkleri taşıyor.  Roman kahramanın soyadında ise renk yok. O da kendinin renksiz biri olduğunu kabul etmiş görünüyor. Gerçekten de sade bir hayatı var. Bir gün nedensiz bir şekilde arkadaş grubu tarafından dışlanıyor. 
Beş arkadaşın dördü hiç bir şekilde kendisiyle görüşmüyorlar, bu haklı olarak kahramanımızda ciddi bir travma yaratıyor. Yıllar sonra arkadaşlarını tek tek bulup geçmişle hesaplaşmaya karar veriyor; -bütün romanı anlattın demeyin sakın - çünkü   roman bundan sonra başlıyor.

RENKSİZ TSUKURU TAZAKİ'NİN HAC YILLARI Benim için keyifli bir roman oldu. 
Murakami sevenler zaten çoktan okuyup bitirmişlerdir bile :)

9 Aralık 2014 Salı

KEMAL HADİ GEL, Bİ KAHVE İÇELİM



Onun filmleriyle tanıştığım yaşımı hatırlamıyorum. Hababam Sınıfı zamanları olmalı.
Hatırladığım ise, sinema perdesinde onun yüzü görünmeye başladığında, salondaki herkesin gülmeye başlamasıydı.

Sonra birden giriverdi hayatlarımıza. Arka arkaya çevirdiği filmler, çok kanallı televizyonlara geçtikten sonra her kanalda onun filmleri. Neden bu kadar sevildi ? Bu sorunun cevabı çok basit aslında. Halktan biriydi O. Sokaktaki adamdı. Bunun doğal sonucu olarak, halk bağrına bastı sanatçısını.

Sonra ... Bir uçak seyahati bahanesi oldu. Daha uçağa binmeden gitti bu dünyadan. Oysa çok güzel bir film çekimi yapacaktı gitmeseydi. O dönemi hatırlıyorum; arka arkaya sevdiğimiz sanatçıların gittiği, yaprak dökümünün yaşandığı bir dönemdi. 2000'li yıllara en çok yakışacak olanlar, bu dünyada daha yapacak çok şeyleri olanlar ayrıldı bu dünyadan O'nun gibi ...

KEMAL HADİ GEL, Bİ KAHVE İÇELİM eşi Gül Sunal'ın  kaleminden anlatıyor bize Kemal Sunal'ı. Okurken bir kere daha saygı duyuyor ve seviyorsunuz bu değerli sanatçıyı ... Aslında ikisi de kahve sevmezlermiş; aralarında bir söylemmiş bu kahve içelim cümlesi .

Okurken duygulandım ben. Geçmişe özlem duymaya çok müsait bir karakterim olduğundan hem 70'li, 80 'li yılları yaşadım yeniden ...

Kitap bittiğinde düşündüm de iyi ki geçmiş bu dünyadan Kemal  Sunal, iyi ki ...

20 Kasım 2014 Perşembe

HANDAN



Her ne kadar dönem dönem eleştirilse de Ayşe Kulin kitaplarını hep sevdim ben.

Hal böyle olunca da eleştirilere çok da itibar etmedim elbette.

Yazarın geçen yıllarda yayınlanan Gizli Anların Yolcusu adlı romanı da bu eleştirilere konu oldu. Toplumda henüz kabul edilmeyen farklı yaşam biçimlerini tercih edenlerin romanıydı zira. Ben romanı hemen okudum. Bunun nedenlerinden biri yazarın kaleminin akıcılığıydı. 

Gizli Anların Yolcusu bittikten sonra roman kahramanlarının yaşadığı dram sarstı beni. İçinde evlat acısı vardı ve işte o evlat acısı, insanların hayatını başta sona değiştirebiliyordu. Derken yazarın yeni romanlarını beklemeye başladım ve devamı da geldi. Fakat Ayşe Kulin farklı bir şey denemişti yeni romanlarında. Gizli Anların Yolcusu'ndaki diğer kahramanların yaşadıklarını okumaya başladık. Bora'nın Kitabı'nda Bora'nın doğuda geçen çocukluğuna kadar indik. Dönüş'te Bora'ya imkansızca aşık olan İlhami'nin kızının hayatını, bir genç kızın parçalanmış ailesinin içinde verdiği mücadeleye tanıklık ettik  

Handan da Gizli Anların Yolcusu'nun uzantısı. Handan'ı Gizli anların Yolcusu'nda yayınevi ortağı, başından mutsuz bir evlilik geçmiş ve diğer ortak İlhami'ye aşık bir kadın olarak tanıdık. Hırsları olan bir kadındı Handan; itiraf edeyim ki romanda sevmediğim bir karakterdi.

Bu romanda Handan'ı anlatmış bize Ayşe Kulin. Adının neden Handan olduğunun öyküsü var, İlk romanda, yaşanan onca olaydan ve  üzüntüden  sonra Amerika'ya gitmişti Handan, Amerika'ya  gitme nedeni aslında başka bir üzüntü kaynağı. Hiç bir zaman anne olamayacağını öğrendiğinde yaşadıkları var. Bir de kendisini evladı yerine koyduğu yetişkin yeğeni Derin var. 2013'ten sonra her roman konusunda yer edinen, aslında tarihimizde de çoktan yerini almış Gezi Olayları ve bu olaylara ince, güzel, yerinde göndermeler var.

Çok kolay okunuyor Handan. Gizli Anların Yolcusu'nu ve devam kitaplarını beğenerek okuyanlar Handan'ı da aynı keyifle okuyacaklardır. Gizli Anların Yolcusu'nu beğenmeyenler için bir şey diyemem elbet. Herkesin her konuda olduğu gibi, okuma zevki de farklı. 

13 Kasım 2014 Perşembe

KAPI



Evet itiraf etmeliyim, kapıların ilgimi çektiği doğrudur.

Eski, yeni fark etmez benim için; kapıların ardında mutlaka bir yaşanmışlık vardır.

Fotoğraf merakıma çoğu kere kapı fotoğrafları da eşlik etmiştir.

Geçen yazımda - farkındayım çok ara verdim neredeyse bir ay olmuş yazmayalı -  Magda Szabo 'dan ve kitaplarından söz etmiştim. Macar Edebiyatı' nın önemli yazarlarından biri olduğunu ve benim ne yazık ki böyle bir yazarın varlığından geç haberim olduğunu yazmıştım. Yazarın sırasıyla bütün kitaplarını okudum ama ilk okumam gereken kitabını sona bıraktım.

İyi de yapmışım. Bana en çok keyif veren romanlarından bir tanesi oldu KAPI.
Değişik bir kurgusu var. Dili akıcı ve okurda özellikle EMERENC karakteri ciddi merak uyandırıyor.
Okurken hem satırların büyüsüne hem de  Emerenc'in gizemli havasına kapılıp gitmek mümkün.

Çok anlatmayayım romanı. Bitirdikten sonra iyi ki okudum dediğim bir roman oldu Kapı. Bu arada meraklısı için bir de notum olacak;  Kapı  Macar yönetmen István Szabó tarafından 2012’de sinemaya uyarlanmış. Filmi de en kısa sürede izlemem gerektiğini düşünüyorum.
 Şimdi biraz da Türk yazarlardan okumak istiyorum.
Yeni kitap tanıtımlarında buluşalım ve arayı uzatmayayım diliyorum :)




7 Kasım 2014 Cuma

MOSKOVA'DA YANLIŞ ANLAMA VE İNCE KİTAP OKUMA KEYFİ

İnce kitaplar bence  daha derinliklidir.

Bir çırpıda okunacak gibi görünse de aksi olur çoğu zaman . Hemen bitmez ve hatta bittikten sonra da üzerinde uzun uzun düşünmemize neden olur.

Moskova'da Yanlış Anlama benim için böyle bir kitap oldu.

Yaşam öyküsünü sevdiğim yazar Simone de Bevoir'e ait bir uzun hikaye Moskova'da Yanlış Anlama.
Evliliklerinin üzerinden yıllar geçmiş. bir çiftin Nicole ve Andre'nin hikayesi.
Ben roman diyemedim; olsa olsa bir novella olabilir o tadı alarak okudum.

Yaşlılık başlangıcı, gençliğe veda, kendinle, geçmişle, ilişkilerle hesaplaşma üzerine kurulu bir konusu var. Altmışlı yılların değişim rüzgarlarının da etkisinde kalmış bir hikaye.

Bir dizi yanlış anlama sonucunda birbirini tekrar bulmayı başarabilmiş bir çiftin öyküsü.
Yazarın da dediği gibi belki de çiftler arasında yanlış anlamanın en büyük nedeni kelimeleri kullanmasını bilmemek.


5 Ekim 2014 Pazar

YAVRU CEYLAN



Yıllar önce; çok da uzun yıllar değil, 2009 falan olmalı.
Bir yazarla tanıştım. Yazarın kitabı ile tanıştım demem daha doğru olacak sanırım. Çünkü zaten yazar 1917 yılında doğmuş ve ben onu tanımadan iki yıl önce de ölmüştü.

Hiç okumadığım bir yazardı. Macar'dı ve ben o zamana kadar Macar Edebiyatı'na ilgi duymamıştım açıkçası. 

Kitabın adı KATALİN SOKAĞI idi ve ben romana da yazara da vuruldum !!! Bir solukta okuyup blogumda paylaştım.

Hemen diğer kitaplarını da araştırdım. KAPI adlı bir romanı vardı aldım elbette ve geçen yıl YAVRU CEYLAN adlı bir romanı daha Yapı Kredi Yayınları tarafından basıldı; onu da edindim.

Kitap okuma konusunda tuhaf huylarım vardır benim. İyi kitapları saklarım. Okumaya kıyamam. Çok saçma bir huy bu bence. Zamanı gelince mutlaka okurum ama. 
Bu huyuma kızarım da üstelik. " Zamanı gelince " diye bir şey olmamalı çünkü zaten zaman dediğimiz şey sudan farksız akıp gidiyor.

Neyse bayram günü çok uzatmayayım. Ben dün akşam Yavru Ceylan'a başladım. Kitaplığımı düzenliyordum. "Okuduklarım", "okumadıklarım"," okuyup sıkılıp yarım bıraktıklarım" gibi kategorilerle yapıyordum düzenlemeyi ve  Yavru Ceylan geçti elime. Biraz internette araştırma yaptım yeni bir blog keşfettim, http://bikahvebikitap.blogspot.com/
 Blogu çok beğendim. sanırım bundan sonra blog sahibi  sevgili Seda'nın sayfalarına sık sık konuk olacağım. Onun bir yazısındaki Yavru Ceylan tanıtımına bayıldım. Zaman gelmişti Yavru Ceylan daha fazla beklememeliydi.

Hemen okumaya başladım ve içine giriverdim kitabın. Eszter Encsy çoktan kahramanım olmuştu bile.

Aslında kitap tanıtımlarını okuyup bitirdikten sonra yapmayı tercih ediyorum fakat Yavru Ceylan için bitirdikten sonra yazmaya dayanamadım. Biliyorum ki son sayfalarda bile duygularım değişmeyecek ...
Anlaşılan o ki, hızlı geçen bayram günlerime Yavru Ceylan eşlik edecek ...

BLOG NOT : Yukarıdaki çiçek mi?
                        Geçen gün yürüyüş yaparken rastladım. Görünümü şahaneydi.
                        Bayram süsü olsun sayfamın :)


26 Eylül 2014 Cuma

KİTAP FRENİ


Eylül tüm güzelliği ve naifliği ile geçip gidiyor ve yerini deli dolu ekime bırakmaya hazırlanıyor.

Eylül ayında çok fazla kitap okuyamadım. Ağustos ve temmuzun tatil havasında, tam da tatile yakışan  kitaplar okuyan ben; eylül ayını tek bir kitaba ayırdım.

Bunu özellikle yaptım.

Fark ettim ki okuma konusunda kendi gölgemi geride bırakmışım.
Bir aya yaklaşık on beş kitap sığdırmışım.

Gözlerim özellikle çok isyan etti bu okuma hızına eminim. Belki bu bir çift göz benim bedenime ait olmaktan hoşnut değildir; bunu bilemeyiz :)

Şaka bir yana, sabahları uyandığımda ağrıyan ve kızaran gözlerim bana biraz sinyal verdi. Bu yüzden acelem yok bu günlerde...

 Kitaplığımda duran Mavi Karanlık'ı okumaya başladım.


Mavi Karanlık en sevdiğim Vedat Türkali romanlarındandır.
Bir dönem romanı olması, iki aşk arasında kalan Nergis'i anlatması ama en çok Ege'de Gökova, Yalı kavak, Gümüşlük, Torba, Turgut Reis'te geçmesidir okuma nedenim.

Konu Vedat Türkali olduğunda istesem de seri okuma yapamıyorum. Çünkü kitabın bir yerinde çok sıradan bir cümle gibi geçen  her hangi bir cümle aslında hayata dair önemli bir şeyler anlatabiliyor.

" Dinleyen olsun olmasın, doğruyu kendine söyler insan "  gibi ya da
" Düşündüğünü söylemekten korkmaya başladı mı kişi, düşünmekten de korkmaya başlar ."


Bu günlerde böyleyim işte. Kitap hızımın frenine basmış durumdayım.

Bakalım bu süreç ne kadar devam edecek ? Yaşayıp, görelim ...





























20 Ağustos 2014 Çarşamba

BAĞDAT CADDESİ GÜZELİ


İçinden İstanbul geçen bütün kitapları çok severim.
Her ne kadar artık İstanbul'da yaşamasam da; doğup büyüdüğüm şehre vefa borcumu belki de böyle ödüyorum ve özlem gideriyorum  kendimce ...

Bağdat Caddesi deyince aklıma Kadıköy gelir. E doğma büyüme Kadıköylü olunca Bağdat Caddesi de ayrılmaz bir parçası oluveriyor insanın.

Kitap raflarında BAĞDAT CADDESİ GÜZELİ diye bir kitap görünce, açıkçası ne kapağına ne konusuna bakmadan satın aldım. Nasıl olsa okurum ben bunu dedim. Ne de olsa içinden İstanbul geçiyordu.


BAĞDAT CADDESİ GÜZELİ bir ilk roman.Yazarı Ender Aksu. Ciddi, travmatik bir aldatılma hikayesi. Üstelik yaşanmış bir hikaye. Yazar eşinin ihanetiyle evliliğini bitirmiş. Tabii uzun süren ve ihanetle sonlanan evlilikten sonra bir kadının ne yaşaması gerekiyorsa o da fazlasıyla yaşamış ve sonunda bu kitap çıkmış ortaya.

Bence ilk roman olmasına rağmen başarılı bir çalışma olmuş. Kolay ve su gibi akıp giden bir roman ben bir günde okuyup bitirdim. Bu günlerde böyle su gibi akan kitaplar okumak istiyorum. Yazın sıcağı başka türlü çekilmiyor çünkü.

Şimdi elimde Kocan kadar Konuş var. O da bir sonraki yazımın konusu olsun.

Siz de sıcaktan bunalmışsanız ve çözümü kitap okumakta buluyorsanız; ya da sıcağa rağmen okumaktan vaz geçemiyorsanız; Bağdat Caddesi Güzeli hoş bir alternatif olabilir ...

11 Ağustos 2014 Pazartesi

ÇILGIN VE ÖZGÜR


Bazı insanlar  içinde bulundukları dönemin çok daha üzerinde birikime sahiptirler.Onların dünyaya farklı bir donanımla geldiklerine inanmışımdır hep.

Yaşadıkları toplum onları ya gizliden gizliye benimser, ya da  dışlar.

Paylarına düşen, hayatlarını ayrık otu gibi sürdürmektir bu insanların.

Şanssızlıkları ya da belki de şansları, ölümlerinden sonra daha iyi anlaşılmalarıdır. Her ne olursa olsun; bu dünyadan geçerken iz bırakabilmek önemlidir çünkü.

Çılgın ve Özgür Hıfzı Topuz'un akıcı kalemiyle bize böyle birini; Neyzen Tevfik'in hayatını anlatıyor.

Hayata boş veren, parayı hiçe sayan, üflediği ney ile kazandığı paraları fakirlere harcayan, padişaha kafa tutan,şair,  aşık olup aşklarını dibine kadar yaşayan ve aşkından vazgeçmeyi de bilen bir adamdır Neyzen.

Hayatını okumak meraklısına iyi gelecek.
Neyzen Tevfik hakkında pek çok şey bilsem de Çılgın ve Özgür'ü çok sevdim. Bu yaz okuduğum güzel kitapların arasında çoktan yerini aldı .







30 Temmuz 2014 Çarşamba

PALA HAYRİYE




Bazı kitapları okuyup bitirdikten sonra yazarıyla ayın dönemde yaşıyor olmaktan gurur duyarım.

Hele yazar benim için yeniyse bu gurur daha da artar. Kitap bitince hemen yazarın başka kitapları olup olmadığını araştırır ve mutlaka hepsini edinir, sırası geldikçe okurum.

Pala Hayriye de böyle oldu.

 İnternetteki araştırmalarımdan aslında Pala Hayriye'nin devam kitabı olduğunu öğrenmiştim.

Bitirgen adlı romanın devamı idi Pala Hayriye.
Sabırsız ruhum Bitirgen'i almayı, okumayı bekleyemedi; zira bir önceki kitap siparişimde Pala Hayriye aylar öncesinde gelip kitaplığımın baş köşesine yerleşmişti.
Üstelik yeni ameliyat olmuştum; evde dinlenmem gerekliydi, henüz okumadığım kitapları sıraya koyarak okumalıydım. Ben de önce Deli Duman'ı okudum ve hemen ardından Pala Hayriye'ye başladım.

Pek de iyi yaptım.

Pala Hayriye Deli Duman'dan sonra bana pek iyi geldi.
Kurgu zaten şahaneydi, akıcı dili, gülerken düşündüren cümleleri ile Pala Hayriye, kitaplığımın baş köşesinden çıkıp, yüreğimin baş köşesine çoktan yerleşmişti bile.

Yazımın başında, beğendiğim kitapların yazarları ile aynı dönemde yaşıyor olmaktan söz etmiştim ya; bu gerçekten şans bence. Kitabın Yazarı Figen Şakacı daha çok yazsın, biz onun kitaplarının yolunu gözleyelim, daha çok okuyalım.

Pala Hayriye'nin konusunu anlatmıyorum ancak naçizane bir önerim olacak; siz benim yaptığımı yapmayın; fırsatınız varsa önce Bitirgen'i okuyun ve ardından Pala Hayriye'yi .
 Bu neşeli, hayatla dalga geçen, asi kadını daha çok  tanıyıp, daha çok seveceksiniz.

13 Temmuz 2014 Pazar

DELİ DUMAN


ERKEN KAYBEDENLER beni onunla tanıştıran romandır.

Kendine özel bir dili vardır ve  o dil çok akıcıdır, okumaya doyamazsınız.

BEHZAT Ç.' yi hiç anlatmayayım, hepimiz çok iyi biliyoruz.

DELİ DUMAN kitap raflarında yerini alınca, romanlarıyla çoktan " benim yazarım " olmuş, Emrah Serbes'in yeni romanını da tereddütsüz edindim.

***
Çağlar İyice, Kıyıdere İlçesi'nde yaşayan, günümüzün tipik belediye başkanlarından birinin yeğeni, MİKROP lakaplı Cengiz'in en yakın arkadaşı, kendi gözünden güzeller güzeli olduğuna inanan, son derece yetenekli !!! dokuz yaşındaki Çiğdem'in "ağbisi" dir.

Daha o yaşta çok kısa olacağını düşündüğü için " on beş tatilde " Yüzyıllık Yalnızlık" ı okumayı " Yüzyıllık Yalnızlık neymiş allah aşkına; asırlardır yalnızız biz " diyerek reddeden, tatilde Karamazov Kardeşler'i okumayı tercih eden bir yeni nesil gençtir.

Herşey,  Çağlar'ın kardeşini yetenek yarışmasına sokmasıyla ve çok yetenekli kardeşinin bu yarışmanın seçmelerinden elenmesiyle başlar. Çağlar'a göre kardeşi Çiğdem elenmemelidir. Çünkü onca aday arasından Michael Jackson'un Moon Walk yürüyüşünü en iyi yapan odur. Fakat yetenekten habersiz jüri güzelim kardeşini elemiştir !!!
 Çağlar'ın kız kardeşi Çiğdem için yapamayacağı hiç bir şey yoktur ve fakat jüri bunu bilmemektedir.
Çağlar'ın kardeşi için yaptıkları, onları en sonunda Gezi Olayları'nın orta yerine bırakıverir.

Deli duman bir yarış kazanma öyküsü değil; küçük bir kızın kalbini onarma öyküsüdür bence.

Deli Duman'ı okuyun derim.
Yaz kitaplarımın içinde en iyilerin arasına çoktan girdi bile ...

Blog Not : Gezi Olayları'nın yakın takipçisi hatta, eylemlerin orta yerinde yer alan Emrah Serbes'ten gezi ile ilgili bir roman beklentim vardı. Deli Duman beklentilerimi fazlasıyla karşıladı. Yazarın emeğine, kalemine sağlık ...


4 Temmuz 2014 Cuma

OKUMA ÖNERİLERİ

Yaz gelince okuma hızım artar. Birbiri ardına kitaplar okurum. Tatil, tembellik, rehavet eklenince daha çok okurum. Bu arada yanlış anlaşılmasın; kitap okumak için vaktim yok diyenlerden olmadım hiç .Okumak için hep vaktim vardır benim. Tatillerde sadece sayı artıyor hepsi bu :)

Bu yazımda tatile girdiğimden beri okuduklarımdansöz edeceğim :




1- TANRININ FORMÜLÜ : Konu ilginç geldi önce.

Daha doğrusu İsrail'in ilk başbakanı ve Albert Einstein'ın konuşmaları ilgimi çekti.

İsrail kurulduğunda; ilk başbakan Albert Einstein'dan ülkesine nükleer silah yapmasını istemiş. Bunun kurgu haline gelişiyle başlıyor roman.

Kitabın içine girince bir maceranın da içinde buldum kendimi.

Tarih profesörü ve aynı zamanda kriptolog olan Thomas, İranlı Ariana'nın kendisinden gizli bir el yazmasını deşifre etmesini istemesiyle, ummadığı bir maceranın izine düşüyor.

Kuantum Fiziği, izafiyet teorisi ve bunun gibi bir çok fizik kuramı ile evrenin ve tanrının kökenine inen, hayatı sorgulayan bir romanın içinde buldum kendimi. Macera sevenler için hoş bir kitap olduğunu düşünüyorum. İçindeki fizik formülleri okuru hiç yormuyor bu arada.

2- AŞK UYKUSU : Aşk içinde uyumak nasıl olmalı diye merak ettim önce. Aslında itiraf edeyim; içinde aşk barındıran son dönem romanlarına pek sıcak bakmıyorum. Fakat bu roman ilginç geldi bana.aşkın aslında bir hastalık olup olmadığını sorgulattı. Bir kadın bir adamı, ya da bir adam bir kadını ihanete, yalana, her türlü sahteliğe rağmen sevmeye devam eder mi? Bu mudur aşk ? Yeni bir hayata başlayamama cesaretsizliği yüzünden insanlar aşkın arkasına mı sığınır? Bu soruları sordum kendime okurken ....


3- ZÜRAFANIN GÖZ YAŞLARI : Alexander Mc Call Smith'i İskoçya Sokağı 44 Numara adlı seri kitapları ile tanıdım. Yazarın dilinin akıcılığına hayran kaldım, kısa sürede 44 Numara sakinleri komşularım gibi oldular. Zürafanın Gözyaşları aynı yazarın dedektiflik serisinin ikinci kitabı. Bir Numaraları Kadınlar Dedektif Bürosu'nun maceraları burada da devam ediyor. Okurken çok eğlendim. Şahane bir tatil kitabı olabilir.


4- BİR KADININ PENCERESİNDEN : Oktay Rifat şiirlerine hayran olduğum bir edebiyat ustasıdır.
Bir kadının Penceresi'nden, şairin yazdığı şahane bir roman. 1975 yılının "gelişmekte olan Türkiyesinde" geçiyor. Filiz ve Selim'in yasak aşkını anlatıyor. Baştan kaybetmiş ve kaybetmeye zorlanmış insanların romanı. Geri planda yetmişli yıllardaki Türkiye'yi de anlattığı için, çok severek okuduğum bir kitap oldu...





1 Haziran 2014 Pazar

YÜZ YILLIK YALNIZLIK


Bu ikinci kez  oluyor.

Yıllar öne okuduğum bir kitabı yıllar sonra yeniden okumaktan söz ediyorum.

Son günlerde aklımda geçmişten kalan  şu cümleler var; kimden duydum bilmiyorum : Klasikler bir ömür boyunca 3 kez okunmalı, gençlikte, orta yaşta ve yaşlılıkta. Yaşlılık için bir taahhüdüm yok elbet ama bu cümleyi uyguladığım ikinci kitap  Yüz Yıllık Yalnızlık oldu.

 Yüz Yıllık Yalnızlık  yirmili yaşlarımın içinde okuduğum bir kitaptı. Beni Marquez'le tanıştıran muhteşem bir romandı. Roman bana hediye edilmişti ve hediye eden kişi bunu yıllar sonra bir kere daha okuyacağımı söylemişti. Bu hediye edişin bende hazin bir hikayesi vardır, bu yüzden tekrar okumayı hep erteledim.

Geçtiğim ay Marquez de bu dünyadan gidince Yüz Yıllık Yalnızlığı bir kere daha okumaya karar verdim ...
ve çok iyi yaptığımı düşünüyorum. O zamanlar gözümden kaçan pak çok ayrıntıyı bu ikinci okuyuşumda yaşıyorum. zira ...

Kitap için fazla detaya girmeyeceğim; okur tarafından yeterince tanındığına inanıyorum. Bir de uyarı yapmak istiyorum; başlangıçta o kalabalık ve muhteşem ailenin isimleri birbirine karışabilir. Fakat  ilerleyen sayfalarda hepsi yerli yerine oturuyor.

Sayfalarını çevirdikçe içinden kelebekler uçuşturan bir romandır benim için Yüzyıllık Yalnızlık .
Yirmili yaşlarımda da, kırklı yaşlarımda da değişmez yegane fikrim budur.



22 Mayıs 2014 Perşembe

HUYSUZ KİTAPÇI FİKRY'NİN İNANILMAZ HİKAYESİ ...


A.J. Fikry trajik bir biçimde eşini kaybetmiştir. Sakin bir hayatı olan A.J. Fikry kitap evi işletmektedir.
Yalnızlık onun kapısını çoktan çalmıştır. Bu yalnız kalış onu biraz da huysuz ve sinirli kılmaktadır.

Hayat böyle kitaplar arasında akıp giderken; Fikry bir gün kapısının önünde  bir bebek bulur. Bebeğe iliştirilmiş nottan adının Maya olduğunu öğrenir; Maya henüz 25 aylıktır.

Maya'nın annesi kızını çaresizlikten bırakmak zorunda kaldığını anlatır kısa notta. Diğer yandan kızının kitaplar arasında büyümsini istemektedir, seçim bu nedenle Fikry'nin işlettiği mütevazı kitap evi olmuştur.

Roman bundan sonra başlar .... Ve akıp gider ...

Huysuz Kitapçı Fikry'nin İnanılmaz Hikayesi son dönemde, su gibi okuduğum ve çok beğendiğim kitaplardan biri olarak kitaplığımda yerini aldı.
Yazarın henüz 1977 doğumlu olması, 14 yaşından beri yazıyor olması da kitap için referans oldu.

Merak edenlere tavsiye ederim ...

16 Mayıs 2014 Cuma

MİDAK SOKAĞI



Edebiyat, her şeyin gelip geçici olduğu hayata iz bırakma yollarından biridir.
Roman, öykü, novella hiç fark etmez; neticede  söz uçar yazı kalır .

Yazarlar da böyledir. Bazı yazarlar iz bırakır, iz bırakmakla kalmaz, hayatımızı şekillendirir.
Hemen örnek ver deseniz; gözüm kapalı Marquez, İsabel Allende, Tolstoy ve Necip Mahfuz derim ben de...

Necip Mahfuz Mısırlı ve ülkesine tutkun bir yazar. Her ne kadar kendi ülkesinde sevilen bir yazar olmasa da ülkesine 1988 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazandırmış bir yazar.
Hayatı boyunca Mısır dışında hiç bir ülkeye gitmemiş, hatta kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü'nü almak için bile ülkesinden dışarı çıkmamış bu  usta yazarın kaleminden,  hem Mısır hem de dünya tarihini görmek mümkün.
Ezilen, zulüm görmüş bir halkın yazarı.

Midak Sokağı Necip Mahfuz'un en sevdiğim romanlarından biri. Kahire'de yoksulluk içinde bir sokaktır Midak Sokağı. Birbirinden değişik kahramanları içinde barındırır. Her bir kahraman farklı bir insan, farklı bir hayat anlatır romanın sayfalarında.

Güzel giyinmek ve zengin olmanın hayattaki en önemli  "şey " olduğuna inanan Hamide, Hamide'ye umutsuzca aşık olan Abbas, kadın düşkünü Elvan Saim, eşcinsel kahveci Kirşa, onun bu durumdan haberdar karısı ve İngiliz egemenliğinin hüküm sürdüğü topraklarda,  ezilmeye mahkum insanların hayatını anlatıyor Midak Sokağı.

Kitabı okurken, hiç tahmin etmediğiniz bir kahramandan şu cümleleri duyabiliyor ve o cümleyi kendi hayatınıza uyarlayabiliyorsunuz : " Hayatın trajedilerine gelince, bizim sevgimiz onları yener. Sevgi en etkili tedavidir. Mutluluklar felaketlerin çatlaklarında elmas gibi saklıdır .. " 
Böyle güzel cümleler romanı daha da anlamlı kılıyor.

Midak Sokağı hayata yenik başlayan insanların hikayesini samimiyetle anlatıyor.
Necip Mahfuz kitapları ile henüz tanışmamış ama tanışmak isteyen okur için  yazarın bu kitabı  güzel bir başlangıç olabilir.


11 Nisan 2014 Cuma

RÜZGARIN GÖLGESİ



Arkadaşım F., Carlos Ruiz Zafon diye bir yazar var. Muhteşem bir kitabı var Rüzgarın Gölgesi mutlaka okumalısın dediğinde; kitabı hemen almıştım, ancak üzerinden iki yıl geçti ...

Evet ben böyleyim...
 Bir kitabı alır almaz okuyamıyorum. Nedeni çok tabii. İşler güçler, çoluk çocuk, araya giren başka kitaplar hepsini yazsam ayrı bir yazı konusu.

Geçen günlerin birinde yazarın yeni bir kitabının çıktığını öğrendim. Rüzgarın Gölgesi'ne henüz başlamamışken bu yeni kitabı da aldım. Bu sefer de  Carlos Ruiz Zafon'un gerçekten sıkı  okuru olan  bir başka arkadaşım N. uyardı beni.
Elimde kitabı görünce; sakın dedi; Rüzgarın Gölgesi'ni okumadan yeni kitaba başlama. Çünkü yeni kitap Rüzgarın Gölgesi'nin devamı; hatta bir serinin 3. kitabı.
Hal böyle olunca bana da Rüzgarın Gölgesi'ni okumak düştü.

Kitaba dersanedeki derslerimle eş zamanlı başladığım için bir süre içine giremedim. Fakat şimdi de içinden çıkamıyorum.

İspanya, yaşadığı içi savaş yüzünden çok ilgimi çeken bir ülke olmuştur her zaman.

Roman iç savaş sonrasında Daniel Sempere'nin babası ile birlikte  UNUTULMUŞ KİTAPLAR MEZARLIĞI'nı ziyaretiyle başlıyor. Daniel buradan RÜZGARIN GÖLGESİ adlı bir kitap seçiyor. Kitaptan çok etkilenince yazarın yaşamı ile ilgili ciddi bir araştırma yapmaya başlıyor. Sayfalar ilerledikçe kitaptan kopamayacak hale geliyor okur.

Rüzgarın Gölgesi'ni okurken; bir yolda ilerlerken ardı ardına farklı kapılar açılıyor ve o kapılardan içeri giriyorum duygusuna kapıldım. Romanın ana kahramanı Daniel Sempere olsa da benim için ana kahraman Daniel'ın yol göstericisi can dostu, sokakların filozofu Fermin'dir .

" Para herhangi bir virüs gibidir; önce onu barındıran insanın ruhunu çürütür, sonra yeni kanlar araştırmaya başlar. "

" Hayat uçar gider; özellikle de yaşama değer katan küçük şeyler çabuk biter ... Anlık bir pırıltı gibi ." 

Fermin'den hatırladığım bir iki cümle bunlar.

Rüzgarın Gölgesi benim geç kaldığım bir roman oldu. 2014 yılında okuduğum en iyi romanlardan biri bence.
İyi ki okudum, iyi ki kitaplığımda var ...

22 Mart 2014 Cumartesi

HAYAL


Ayşe Kulin kitaplarnı severim.

Beni yormaz, dinlendirir hatta. Kahramanlarında kendimden bir şeyler bulurum illa ki.

Biyografi ve öyküleriyle tanıdığım bir yazardır.

1997 ya da 98 falan olmalıydı. O dönemlerde öykü okumaya bayılıyordum. Öykülerin o kısa ama içten atmosferine girmek mutlu ediyordu beni. Tam o sırada Foto Sabah Resimleri'ni buldum.
Fotoğrafa hep merakım olduğundan bu kitabı da fotoğrafla ilgili sanarak hemen aldım, oysa içinde birbirinden güzel öyküler vardı. Çok çok beğendim ...

Kısa bir süre sonra Adı Aylin'i okudum. Kitap o dönemde ciddi bir patlama yaptı, bence Ayşe Kulin'i Ayşe Kulin yapan da Adı Aylin oldu.
 Ben Ayşe Kulin'in biyografileri üzerinde beğeni hakkımı Füreya'dan yana kullanırım.
Füreya Koral'ın hayat karşısındaki güçlü duruşu, aldığı riskler, geldiği renkli aile Ayşe Kulin'in kaleminden okurken beni çok etkilemişti.

Ayşe Kulin kitaplarını okuma maceram bu iki kitapla bitmedi elbette. Birbiri ardına Sevdalinka, Nefes Nefese, Köprü, Gece Sesleri, Bir Gün, Veda, Umut, Hayat, Hüzün, Gizli Anların  Yolcusu, Dönüş gibi romanlar geldi.
Bir gün kitaplığıma baktım ki; gerçekten Ayşe Kulin Benim yazarım olmuş.

Hayal yazarın son kitabı, yazarın yazar olma serüvenini anlatıyor. İnsan hayalleriyle yaşar. Karşısına çıkacak engelleri de hayal ettiğine kavuşmak için aşar bence. Bu kitap da bunun kanıtı.

Benim gibi Ayşe Kulin kitaplarının okuru iseniz, yazarın 1983 - 2013 yılları arasındaki dönemine, yazar olma serüvenine tanıklık etmek keyif verecek ...

12 Mart 2014 Çarşamba

KAPALI ÇARŞI CİNAYETİ


İtiraf edeyim; polisiye okumaya kırkımdan sonra başladım !!!!

Genç kızlığımda okuduğum Agatha Christie'leri saymazsak tabii.

Yine itiraf edeyim, polisiye ve gerilim okumayı sever oldum.
İlk gençlik dönemini özellikler klasiklere vakfetmiş birinin kırkından sonra polisiye okuması eğlenceli oluyor aslında.

Son dönemde Türk Yazarların polisiyelerini sever oldum.
Bir de bende yeni yazarları tanıma merakı başladı. Bildik, tanıdık yazarlar yanında yeni yazarlar da okuma zevkimi arttırmaya başladı.

Kapalı Çarşı Cinayeti de yeni bir yazarın yepyeni romanı. Bana blog dostlarımdan sevgili Lale'nin kazanımı oldu bu kitap.

Kapalı Çarşı Cinayeti'nin kahramanı Berna, aslında bir rehber. Polisle, cinayetle hiç bir işi yok.
Çok sevimli bir kadın üstelik. Eşinden ayrılmış. Hayatın tuzaklarına düşüp düşüp çıkmayı başarmış, kendinle ve son dönemde aldığı kilolarıyla fazlasıyla barışık. Berna'nın bu kendinle barışık hali, kitabın daha akıcı bir şekilde okunmasını sağlıyor.

Neyse çok uzatmayayım; Berna Amerikalı bir çifte İstanbul'u gezdirme görevini üstleniyor. Çiftin duruşundan, hal ve tavırlarından rahatsızlıkları var fakat yine de görevini yapıyor elinden geldiğince.
Amerikalı çiftin erkek olanı bir gün Kapalı Çarşı'da bir cinayete kurban gidiyor.
Ve roman bundan sonra başlıyor.

Benim fikrim mi? Mutlaka okuyun derim. Pişman olmazsınız; hatta benim gibi acaba yazarın yeni kitabı ne zaman çıkacak diye araştırmaya başlarsınız ...

26 Şubat 2014 Çarşamba

İSTANBUL KIRMIZISI


Evimizin yakınlarına açılan alışveriş merkezi beni en çok D&R açısından mutlu etti.

 D&R'da her aradığım kitabı bulamam ben, yeni çıkanlar ise hemen her köşeye yayılır.

İstanbul Kırmızısı da bunlardan biri oldu. 

Ferzan Özpetek, Cahil Periler'le tanıdığım bir yönetmen. Tüm filmlerini de çok severim. 
Onun adının geçtiği kitabı görünce, eski bir dosta farklı bir şehirde rastlamış gibi sevindim. Tereddütsüz kitabı aldım. Yanında da Kapalı Çarşı Cinayeti'ni aldım. Kapalı Çarşı Cinayeti de bir ilk roman olduğu için ilgimi çekti.

Eve gelir gelmez, İstanbul Kırmızısı'na başladım. Başlamak için iki önemli nedenim vardı. 

İlki; dedim ya eski bir dostla farklı bir coğrafyada karşılaşmış gibiydim. 
İkinci neden; kitabın içinden İstanbul geçmesiydi.
Böyle de tuhaf bir huyum var benim. Bir kitap içinde İstanbul geçiyorsa; mutlaka kitaplığıma giriyor.
Bunun nedeni belki özlem, belki İstanbul'un doğup büyüdüğüm şehir olması ... bilemiyorum. 

Sayfalar ilerledikçe İstanbul ve özellikle Marmara Denizi ile ilgili cümleler başlangıçta hoşuma gitti.
" İstanbul'dan sonra başka denizler sevdim ...
Ama suyun cilaladığı, kıyıda bulduğum taş misali içimde taşıdığım deniz, ilk gençliğimin denizidir. Marmara Denizi'dir. "

Ancak kitabın içinden İstanbul geçmesi kitabın çabuk okunmasını sağlasa da, kitapla ilgili bence eksik bir şeyler var. 
Konu çok dağılmış. Konu güzelken, daha iyi hale gelecekken  kısa tutulmuş. Okur bu nedenle kendini havada kalmış gibi hissedebilir.

Gezi olaylarına yapılan vurgu ve İstanbul tasvirleri güzeldi ama romandan çok kısa film tadında bir kitap olmuş İstanbul Kırmızısı.

Sunumu ve görünümü şahane bir pastanın aslında o kadar da şahane olmadığını anlamak gibi bir duyguya kapıldım kitap bittikten sonra. 

En iyisi bir Ferzan Özpetek filmi bulayım kendime ... Bir de Kapalı Çarşı Cinayeti'ne başlayayım. 
O da bir sonraki yazımın konusu olsun ...

19 Şubat 2014 Çarşamba

BÖĞÜRTLEN KIŞI

Arkadaşım S. doğum günümü kutlamak için aradı.
Babam hastanede yatıyordu ve ben gerçekten o gün doğum günüm olduğunu bile unutmuştum.

S. de benim gibidir, okumak yaşam biçimidir.

" Hadi gel dedi bana; bir yerlerde birer kahve içelim, biraz sohbet, açık hava iyi gelir sana".

Kıramadım S'yi. Buluştuk. Dediği gibi de oldu. İyi geldi açık hava ve dostla içilen Türk Kahvesi.

S. kitap hediye etmek ve almaktan hoşlandığımı bilir. Elime bir paket tutuşturdu. Baktım ki, doğum günü hediyem bir kitap. Açtım hemen ... Böğürtlen Kışı.

Yazarın daha önce iki romanını okumuş ve beğenmiştim.

Aslını ararsanız, son dönemlerde yazılan bu tarz kitapları çok benimseyemedim. Fakat  bu yazarın kitaplarını gerçekten samimi buluyorum. Üstelik çeviri de güzel; - kitabın kapak tasarımı ve ayracından hiç söz etmiyorum :) -


Kitap okumak için çok da keyifli bir dönemde değildim. Bir kaç gün sonra da babamı kaybettim.

Babam gittikten ve sular biraz durulduktan sonra, baş ucumda bekleyen kitaplarıma göz attım.
Böğürtlen Kışı güzel kitap tasarımı ve püsküllü ayracıyla kitaplarımın arasından beni seç der gibiydi.

Başladım ve kısa bir sürede bitirdim.

1933 yılının Mayıs ayında, kar fırtınasına teslim olmuş Seattle'da, üç yaşındaki oğlunu kaybeden Vera'nın hüzünlü öyküsünü anlatıyor roman. Bu olaydan yıllar sonra, kaybolan çocuğun hikayesinden etkilenen ve bu konuyu araştıran bir gazetecinin yaşadıklarıyla da paralel gidiyor.

Konu annelik ve çocuk olunca bende akan sular durduğu için, kitabı bir çırpıda okudum.

Yazarlığın en güzel tarafı, önceki kitaplardaki kahramanları diğer kitaplarda da yaşatabilmek olmalı.

Sarah Jio bunu hep yapıyor. bir önceki romanındaki ana karakter, bir sonraki romanda karşımıza yan karakter olarak çıkıyor. Bu da okumayı daha eğlenceli hale getiriyor.

Böğürtlen Kışı'nda da Mart Menekşeleri'ndeki Emily ve Jack çıkıyor karşımıza ...

Fikrimi soracak olursanız; Mart Menekşeleri ve Yağmur Sonrası'nı okuduysanız; zaten Böğürtlen Kışı'nı mutlaka okursunuz. Belki de bu ben bu satırları yazarken çoktan okuyup bitirdiniz bile...







11 Şubat 2014 Salı

DÜNYA AĞRISI


Tuhaf bir huyum var benim.
Sevdiğim yazarları en son kitaplarıyla tanıyıp benimsiyorum.
Bu neden böyle bilmiyorum ama bir yazar gönlümün kitaplığında yer edindiyse; bu ilk değil sonraki kitaplarıyla oluyor.

Ayfer Tunç'un kitaplarının gönlümün kitaplığında yer edinmesi de " Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi " ile başlar. Bu kitap önce adıyla dikkatimi çekmiştir sonra da içinde barındırdığı beş yüze yakın karakteriyle gönlümün kitaplığında baş köşeye oturmuştur. " Bir yazar beş yüze yakın bir karakterle bir romanda nasıl başa çıkar? "  düşüncesiyle hayretle okuduğum bir roman olmuştur.

Ardından "Kapak Kızı" gelir ve hemen sonra ",  " Yeşil Peri Gecesi  ".

Ayfer Tunç'u Ayfer Tunç yapan  " Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek " adlı roman nice sonra girmiştir kitaplığıma. Gecikmiş olarak;  büyük bir özlemle okuduğum kitaplarından biridir Ayfer Tunç'un.

***

" Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi  " ve " Yeşil Peri Gecesi " bittikten sonra yazara mail atmış ve naçizane kutlamış, sırada yeni bir romanı olup olmadığını sormuştum. Henüz roman çalışması olmadığını söylemişti ve ne yalan söyleyim üzülmüştüm. Üzerinden iki yıl geçti;  Dünya Ağrısı yayınlandı.

Dünya Ağrısı kitap raflarında yerini alır almaz benim de kitaplığıma girdi. Ayfer Tunç'un yazdıklarını kana kana su içer gibi okudum. Mürşit ve Madenci'nin birbirinden farklı ama birbirine yakın hayatları, yaşamak istedikleri hayatları teğet geçmeleri okurken sarstı beni.

Dünya Ağrısı, içinde kendimizden de bir şeyler bulabileceğimiz fakat okurken insanı yoran uzun soluklu bir roman. Kendi içinde barındırdığı bir çelişki var. Evet; okurken yoruluyorsunuz ama kitap bittikten sonra da iyi ki okudum diyorsunuz.

Ne diyeyim Ayfer Tunç'un kalemine, emeğine sağlık.
Türk Edebiyatı'na adını yazdıran bir yazarla aynı dönemde yaşıyor olmak onurdur bence ...

6 Şubat 2014 Perşembe

YAĞMUR SONRASI


Geçen kış aylarının birinde, D&R 'dayım. Kitaplar arasında kaybolmuşum ve ne almak istediğimi de bilmiyorum.
Gözüm güzel kapaklı bir kitaba takılıyor. Kapağındaki menekşeler, püsküllü ayraç falan pek hoşuma gidiyor ve kitabı alıyorum. Okuyorum da ... Umduğumdan daha iyi çevirisi ve konusu. İki gün içinde bitiyor kitap. Adı Mart Menekşeleri;  sonra kitap hakkındaki fikirlerimi bu sayfada paylaşıyorum.

Aslında genç kızlığımın beyaz dizi tadındaki kitaplarını okuyup, aşalı çok zaman olmuş. Hatta içinde aşk barındıran kitaplardan bile sıkılır olmuşum. Ama Mart Menekşelerini beğeniyorum işte.

Geçenlerde intrnetten kitap siparişi veriyorum. Bu aralar kitaplarımı hep internet üzerinden alır oldum. Çok da keyifli; her şey parmağının ucunda insanın; ki ben bu internet alışverişinin çok karşısında idim. Hele kitap konusunda çok keskin düşünürdüm.
" Kitap kitapevinden alınır, ne o öyle internet falan " der dururdum. Şimdi ise iyi bir internet alışverişçisi oldum galiba...

İnternetten kitap seçerken gözüm Yağmur Sonrası'na takıldı.
Yağmur sonrası, Mart Menekşeleri yazarı Sarah Jio'nun başka bir kitabıymış, hemen sipariş verdim. Kitap yine güzel bir kapak va ayraç tasarımı ile basılmış. Sanırım kitapçıda da olsam düşünmeden alırdım.

Yağmur Sonrası İkinci Dünya Savaşı sırasında gönüllü hemşirelik yapan iki arkadaşın hikayesini anlatıyor. Çeviri yine güzel, dil samimi ve akıcı. İki samimi arkadaşın aşk yüzünden savrulan hayatları kitabın ana konusu.

Sarah Jio kitaplarında şarkılardan ilham alıyor. Mart Menekşeleri'nin favori Şarkısı Body & Soul'ken Yağmur Sonrası'nın favori şarkısı La Vien Rose oluyor.
La vien rose, o zamanlar yeni parlamakta olan bir şarkı. Benim de özelllikle Edidh Piaf'tan dinlemekten ayrıca keyif aldığım bir şarkıdır.

Yağmur Sonrası 2014'de bitirdiğim kitaplardan biri oldu. Kolay okunan, konusu güzel, kapak tasarımı güzel, ayracı güzel, çevirisi güzel bir kitap.
Özelllikle okullar tatilken, çocuklu anneler rahatça okuyabilir. Çünkü daha çok tatil kitabı kıvamında ...

28 Ocak 2014 Salı

VENÜS


Bazı kitaplar daha ilk bir kaç sayfa okurken okuru kendine çeker.
Kurulan cümlelerin büyüsü mü, konunun akıcılığı mı bilinmez ve okur kitapla bütünleşir.

Kitap bittikten sonra, o son sayfa kapandıktan sonra, lezzetli ve bol çeşitli bir dost sofrasından kalkmış gibi hisseder insan. Bu anda yaşanan duygu mide ve yürek doygunluğu değil; beyin doygunluğudur.

Hanene Ay Doğacak adlı ilk kitabıyla hepimizin hem hayatına hem kitaplığına girmeyi başarmış bir yazardır Şebnem İşigüzel. Venüs onun yeni kitabı.

Kahramanların çeşitliliği, renkli kişilikleri ile daha ilk sayfalarda okuru etkisi altına alıyor.
Bir yandan eski İstanbul betimlemelerini okurken; diğer yandan çılgın hala feminist Şekina ve Nergis'le tanışıyor; bu tanışmadan memnun kalıyorsunuz.

Uzun zamandır, elimde kalemle okuduğum satırların altını çizerek bir kitap okumamıştım.

*****
" Uzun süre yaşayan bir beden enkaz biriktirir . "
" Hiç bir kadın kendi kendine delirmez. Kadınları erkekler delirtir. İçinde yaşamak mecburiyetinde bulunduğu cemiyet, hal ve durum. Ama kimileri için delilik, kana karışan bir mikrop gibidir ."
" Ben değil, benim dışımdaki dünya tuhaf ".
" Sırlar insanların kaburga kemiklerine gizlenir. Çünkü orası kafes gibidir. Gizlendikleri yerde kuş gibi kanat çırpar dururlar. Özgür kalmak isterler. Sırlar dile düşmek isterler. Dile düşen sırlar, en hakikisinden dedikodu olurlar". 

*****
VENÜS bana kendimi iyi hissettiren bir kitap oldu. Bir edebiyat şöleni gibi. Edebiyat dünyasında da yerini bulacağına inanıyorum.
2014'ün ilk okuyup bitirdiğim kitabını sevdiysem; hadi bakalım diyorum; yıl içinde hep böyle güzel kitaplar okuyayım ...



17 Ocak 2014 Cuma

ANNE TUT ELİMİ



Bazı anlar vardır, hayatla başa çıkamayız. Ne kadar uğraşsak, ne kadar didinsek hayat galip gelir ve eziliriz.

Yaklaşık 2 aydır böyle bir süreç içindeydim .Blog yazılarımı da bu nedenle ihmal ettim.

2013 kötü bir yıl oldu bizim için. Yılın ikinci yarısınan itibaren babamın hastalığı ile uğraştık. Bir gün iyi oldu, iki gün kötü oldu. Üç gün iyi oldu beş gün kötü oldu ve 2013 yılı böyle geçti.

2014'e girer girmez yılın onikinci gününde babamı kaybettik. Şair  "Her ölüm erken  ölümdür"derken
haklıymış ve gerçekten babası ölünce kör oluyormuş insan.

 Babamı hastanede beklerken kitaplığımdan bir kitap seçtim. Epeydir duruyordu kitaplığımda. Yazarla geçen yıl tanışmıştım. Karışık Kaset adllı kitabını keyif alarak okumuş blogumda paylaşmıştım.

Bu hastalık sürecinde elimden düşmeyen bir kitap oldu Anne Tut Elimi.
Annesini küçük yaşta kaybeden bir kız çocuğunun gözünden hayatı anlatıyordu .
Kendime o küçük kızı, Ceren'i yakın hissederek kitabı okuyup bitirdim. Kitap bittikten bir kaç gün sonra da babamı kaybettik.

Kitap bittikten sonra söyleyebileciğim tek cümle şudur : Uygar Şirin güzel yazıyor. Yazarken yüreklere dokunmayı biliyor.
Yazmak da yürek işi değil midir zaten ?